Saturday, 31 March 2012

Theory of Relativity

7 ay geçti... Az bir zaman gibi görünüyor ama o kadar çok şey sığdı ki. İş buldum, Seda ingilizceyi yedi bitirdi, çevreyi tanıdık, buradaki insanlar ve yaşam hakkındaki fikirlerimiz derinleşti. Hem mesleki olarak hem dil olarak hem de yaşayış olarak büyük mesafeler katettik bu kadar zamanda. Zaman gerçekten göreceli galiba :P Türkiyede geçen 7 aylarımı düşünüyorum da...

Hayatın daha sakin işleyişi, işyerinin de özel hayata saygısıyla birlikte daha çok boş vaktim var artık. Mobil uygulamalar geliştirmeye başladım, blog yazıyorum, teknolojiyi takip ediyorum, şirketin de desteğiyle ciddi mesleki eğitimler alıyorum... Bu arada bol bol gezdik denize girdik, sık sık film izliyoruz, uzakdoğu sporlarına başladık... Bunlar güzel taraflar tabi ki, herşey güllük gülistanlık da değil. İlk günler, özellikle işe girdikten sonra ilk önce aslında pek İngilizce bilmediğimi, daha sonra da aslında pek yazılım mühendisi olmadığımı farkettim. Tevazu filan yaptığımı düşünenlerin haklı olmasını isterdim ama değil :)

Dil mevzusunda iş jargonunu bir derece anlayabiliyordum, bilmediğim kelime pek yoktu ve konu iş olunca daha dikkatli ve anlaşılır konuşuyorlar. Ama iş günlük konuşmaya gelince anlamak, yakalamak, konuşmaya dahil olmak çok zor. Aksan zaten başlıbaşına bir mesele, bi de burda kültür farklı. Sen konuşmaya dahil olmuyorsan kimse seni konuya dahil etmek için dürtmüyor özel çaba göstermiyor. Altında bu seçimi sana bırakmak nezaketi var aslında (az konuşup çok dinleyen insanlar da var sonuçta) ama Türkiye den gelince "kimse benimle ilgilenmiyor. böhü" diye oturup ağlayabilirsin. Sonuçta onlar konuşup şakalaşırken sen kaşların hafif çatık, gözler kısık (bkz. anlamaya çalışma çabası) kırık dökük gülüşler atıyorsun kahkaha alarmını duyunca. Bu arada kimsenin sana laf atmaması ya da bişey sormaması için dua etmen şart; zira değil detaylardan, konudan bihabersin.

Konuşmak zaten ayrı mesele, yıllardır İngilizce görüyoruz ama hiç doğru dürüst konuşmamışız ki. İnsanın dili dönmüyor, ağzın böyle bir alışkanlığı yok. Telaffuzdan filan bahsetmiyorum (o nirvanaya ulaşınca olacak), iki kelimeyi bir araya getirmekten bahsediyorum. Hele bir de karşında İngilizceyi su gibi konuşan insanlar olunca insanın özgüveni de morali de yerle bir oluyor (5 yaşında bebeler senden daha iyi konuşuyor düşün artık).

İş konuşmalarını bi derece anlasam bile bu sefer katkıda bulunmak için çok iyi anlamak, bi de üstüne çok iyi konuşmak lazım. Ama o konuda da kavramları temel olarak çok iyi anlamamışım. Sırf başka bir dil olduğu için kavramlar asla tam olarak oturmuyor insanın kafasında. Şimdi şimdi dilim geliştikçe o ilerlemeyi ve aslında ne kadar geriden geldiğimi farkediyorum.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi burdakilerin iş yapma tarzları da çok farklı. Bu anlatacaklarım biraz da çalıştığım şirkete özgüymüş, ama orta/büyük şirketlerde geçerli olduğunu tahmin ediyorum. Prosedürler ve kurallar üzerinde yürüyor herşey. Çok daha düzenli iş yapıyorlar. Türkiyenin aksine burada en önemli aşamalar analiz ve dizayn aşaması. Bir iş yapmadan önce kırk defa düşünüyorlar ve herşeyi en ince ayrıntısına kadar planlıyorlar. Yazılım yapıldıktan sonra teste de ciddi zaman ayırıyorlar. Kısacası ideale yakın çalışıyorlar. Çok daha iyi bence, bunu öğrenmekten ve bir parçası olmaktan mutluyum ama ilk zamanlar alışmak o kadar zor ki. Bizim gibi işe girişmeye alışmış adamları bozuyor haliyle. Biz önce işi yapıp, sonra analiz ve dizaynını yapardık. Test mi, ne gerek var canım, vakit kaybı. Müşteri bizden sonuç bekler, 10 günde çıkaralım da rakiplerin önüne geçelim... Ondan sonra toparla bakalım ne idüğü belirsiz, dökümansız, hatalarla dolu yazılımı.

İşte böyle dostlar. Yeni bir dile, yeni bir çalışma tarzına, yaşam tarzına alışmak kolay değil. 7 aydan sonra daha iyi noktalara geldik tabi ama o sıkıntı başka hiçbirşeye benzemiyor. Hala yolumuz var, iyi ki vaktimiz de var :)